
Istanbul’un Üç Hali
Orhan Gazi Gökçe
23/01/2021
Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul (1938), II. Abdülhamit Dönemi, İttihat-Terakki ve İstanbul'un İşgal Dönemi'ni esas alarak bu dönemlerdeki sosyal değişim süreçlerini izleyebileceğimiz bir romandır. Fethi Naci’nin tespitiyle 40’ı bulan şahıs kadrosu ile Osmanlı devletinin son yüzyılından değişik portreler sunan romanda dönemin İstanbul’u, eşyadan töreye, görgüden, siyasetten kültür hayatına uzanan bir düzlemde kıvrak bir dil işçiliği ile işlenmiştir.
Mithat Cemal Kuntay, roman türünün kurmacayı esas alan imkânlarından yaşadığı dönemin edebî vaziyetine nispetle son derece başarı ile yararlanarak karakterlerin yaşadıkları çatışmaları yahut yeni durumlara adaptasyon süreçlerini arka plandaki siyasi ve sosyal değişimleri ıskalamadan anlatır. İnsanın şahsiyetinin siyasi ve sosyal değişim süreçlerinden ister istemez etkilenmesini ve bu saikle farklı pozisyonlar alma refleksini izleyebildiğimiz eserde mekânlar ve eşya da hakikatli bir şahit olarak belirginleştirilmiştir.
Peyami Safa, “Türk nesrinin harikalarıyla dolup taşan” roman olarak tanımladığı Üç İstanbul’un Türk romancılığındaki yerini şöyle tespit eder: “Hiçbir romanda İstanbul, üç cephesiyle, insanları ve bilhassa eşyasıyla, taze hatıraları hâlâ bütün bir neslin içinde tüten halis İstanbul olarak bu kadar canlı ve gerçek değildir.”
Romanın asıl olay örgüsü, romanın başkahramanı Adnan'ın bahsini ettiğimiz üç dönemdeki tecrübeleri üzerinden şekillenmiştir: II. Abdülhamit devrinin fakir ve mağdur Adnan'ı, Türkçülüğün benimsendiği İttihat Terakki devrinde fırsatlardan istifade eden zengin Adnan ve Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan konjonktürde her şeyini kaybeden Adnan.
Esasında bu üç dönemde Adnan'ın yaşadığı değişim süreçleri Osmanlı devletinin çeşitli kademelerinde görevler almış sınıfın genel halini aksettirmektedir. Çeşitli ilişkileri sebebiyle bazı makam ve imkânlara erişmiş kimselerin yaşadıkları insani durumların ele alındığı eserde ahlaki yozlaşma süreci yazar tarafından çok da yargılama yoluna gidilmeden güçlü betimlemeler, tadında bir ironi ve mizahî bir üslupla yeni, keyifli bir okumaya tâbi tutulmuştur.
Eserde sosyal gerçeklik, başkahraman Adnan ve çevresi ile sınırlandırılmıştır. Dönemin İstanbul’u bu sınırlı gerçeklik penceresinden okuyucuya aktarılmıştır. Nitekim yazarın kendisine anlatma zemini olarak seçtiği sosyal tabaka dışında İstanbul’un fakir semtlerindeki manzaralara rastlamak pek mümkün değildir.
Roman, çok zor şartlarda gerçekleşen ve neticeleri itibari ile Osmanlı devletinin çözülme sürecini hızlandıran 93 Harbiyle başlar. 93 Harbiyle birlikte tahtta bulunan II. Abdülhamit’in Ruslara karşı mağlubiyeti mecburî bir bağlılığa dönüşür. Bu durumun eserin hemen başında eleştiriye tâbi tutulduğu gözden kaçmaz.
"93 Harbinde üç şeyin hududu yoktu: Hastalığın, açlığın, vatan toprağının... 93 muhacirinin Edirne 'de gömleği, Ayastafenos'ta eti, İstanbul'da derisi yoktu" Adnan, "Yıkılan Vatan" adını verdiği romanının birinci faslım bu satırlarla bitirir. Romanın başlangıcında çizilen bu karamsar tablo romanın bütününde de tesirini sürdürür.
Roman kahramanları yazar tarafından idealize edilmez. İdealist bir kişiliğe sahip olan Adnan roman boyunca çarpık ilişkileri ve giderek artan ahlaki duyarsızlığı sebebiyle her ne kadar yazarın doğrudan eleştirilerine muhatap olmasa da alışılagelmiş “ideal kahraman” tanımlamasının tamamen dışındadır. Hatta Adnan’ın çoğu zaman “ahlaki düşüklüğü” kaçınılmaz, engel olunamaz bir tavır gibi sunulur. Adeta Adnan içinde yaşadığı toplumsal travmaların kendinde açtığı yaraları engel olunamaz bir şekilde kadınlar üzerinden kapatmaya çalışmaktadır.
Adnan, küçük yaşlarda babasını kaybetmiş, hasta olan annesiyle Aksaray'da fakir bir hayat sürmektedir. Sabah gazetesi ve bazı dergilere yazdığı yazılarla geçimini sağlamaktadır. Daha sonra bir yolunu bulup Maliye Nazırı ve Erkan-ı Harp Müşir’inin kızlarına tarih ve edebiyat dersleri vererek üst tabaka ile irtibat kurmak ve maddi olarak istifade etmek niyetinde olmuştur.
Abdülhamit’e karşı İttihat-Terakki tarafında, Türkçülük fikrinin savunucusudur. Yazarın çizdiği profile göre konuşmak gerekirse Adnan din konusunda son derece kayıtsız ancak dine karşı açıkça bir tavır takınmayan ancak ortamını bulduğunda bu hususta alaycı ve münkir bir kimse oluverir. Derinden bir yabancılaşma/kaçış psikolojisini izleyebileceğimiz Adnan karakteri, roman yazarının kendisine ait kimi kanaatlerin yansıtıldığı bir ayna olarak da görülebilir. Öyle ki yazarın Adnan konusunda müsamahakâr tavrı buna bir ispat sayılabilir.
Zevk ve safa hayatının cazibesi, Adnan’ı roman boyunca motive eden bir unsurdur. Adnan karakteri, sınır tanımaz bir vaziyet arz eden; zaaftan ziyade bir düşkünlük ya da obsesif bir durum halini almış “kadın” meselesi üzerinde temerküz eder. O kadar ki etrafındaki insanların hatta arkadaşlarının hanımları ile yaşadığı ve bir meşruiyet zemini arama çabasından da uzak ilişkileri konusunda Adnan herhangi bir ahlaki sorgulamadan tamamen uzaktır.
Her bir ilişkisinde kendisine vicdani bir rahatlık temin edecek kılıflar bulma noktasında son derece mahir olan Adnan, esasında kendinden çok etrafına, içinde yaşadığı topluma odaklanmıştır. Her ne kadar biz roman dolayısıyla Adnan merkezli bir okuma, sorgulama yapsak da Adnan kaleme aldığı “Yıkılan Vatan” romanından da anlaşılacağı üzere dikkatini öteki üzerine toplamış; dönemin ilişkilerini, sürtüşmelerini ve buradaki insan manzaralarını tahlile girişen bir karakterdir. Adnan’ın roman boyunca kendisini muhasebeye çektiğini söyleyemeyiz. Ancak tanıdık bir aydın tavrı olarak Adnan’da görülen, her an içinden geldiği ve yaşadığı toplumu üst perdeden yargılama tavrıdır.
Sadece Adnan değil Tevfik Hoca hatta Dağıstanlı hoca bile toplumsal travmaların verdiği kafa bulanıklığı ve tavır şaşkınlığını yaşar. Romanda din ve dindar imajı riyakâr ve kaypak vasıflandırmalarıyla şekillenmiştir. Romanda, hocaları ve din adamlarını temsil eden Dağıstanlı bir hoca vardır. Abdülhamit’e muhalif, dönemin Fatih semtindeki dini algı ve yaşayıştan uzak fevri tavırları olan bir hocadır. Yazar o dönemde çok çeşitli zihniyete sahip insanların Abdülhamit’e karşı takındıkları ortak muhalif tavrın din adamlarındaki yansımasını Dağıstanlı Hoca karakteri üzerinden gösterir.
Hidayet’in konağı, esasında bahsi edilen inkıraz süreçlerinin göstergesidir. Konakta ve onun etrafında gelişen ilişkiler ve hayat tarzındaki değişim süreçleri romanın ana çerçevesini çizer. Bir izlek mekânı olarak “konak” Türk romanının önemli anlatma zeminlerinden birisidir. Aile ilişkilerinden ziyade politik tavırların, türlü entrikaların, gayr-i meşru ilişkilerin mekânı olan Hidayet’in konağı çürümenin ve yabancılaşmanın yeridir.
Adnan’ın çarpık ve kararını bir türlü bulamayan ilişkileri bahsinde onun ideal bir kadın arayışı içinde olduğunu söyleyemeyiz. Her ne kadar nispeten olumlu vasıfların yüklendiği kadınlar olsa da genel itibari ile ilişkilere hâkim olan çıkar ve ihtiras duygusudur. Süheyla’dan Belkıs’a Raşel’den Macide’ye çizilen kadın profili başkahraman merkezlidir. Geçici ve süfli denebilecek ilişkilerde sadakat ve saflık sözü bile edilemeyecek düzeydedir.
Evlilikler baştan muvakkaten, duygular pamuk ipliğine bağlı ve pazarlıklıdır. İlkesiz ve ahlaki olmaktan uzak, sorumsuz bir mahiyette geliştirdiği ilişkiler nihayetinde Adnan’ı hazin bir sona hazırlamaktan öteye geçmez. Adnan’ın Macide’den olan çocuğu konusundaki duyarsızlığı işin dip noktasını resmeder. Sadece Adnan sebebiyle değil muhatabı olan kadınların şehvet ve ihtiras dışında tutulacak bir taraflarının olmaması sadece dönemin zorluğu ve telaşının mecbur ettiği bir durum olarak açıklanabilir mi? Adnan’ı serkeşlikten kurtaracak bir aşk; onu arındıracak bir eş her nedense romandaki kadınların kârı olamamıştır. Kaçış ve kopuş psikolojisinin kaçınılmaz olarak sarıp sarmaladığı ilişkilerin sonunda hüsran olması romanda kaçınılmaz bir akıbet olarak sunulur.
Adnan’ın kendi adına verdiği var olma mücadelesi, fakirlikten refaha; muhaliflikten rehavete ve nihayet içten içe çürümeye doğru seyreden hikâyesi “Yıkılan Vatan” idealizmini gölgeleyen niteliktedir. Tanzimat’tan beridir Türk romanında idealize edilen makul ve muteber batılı Türk prototipi Adnan’da derin bir psikoz halinde kendisini gösterir. Makul olmaktan ziyade zehirli tutkunun esiri; muteber olmaktan ziyade toplumdan kaçışın bir portresi olarak Adnan iktidar, güç ve kadın meselesi ile hesaplaşmayı hala tamamlamış zor zamanın serkeş bir çocuğu olarak hala aramızda değil mi?
Orhan Gazi
Gökçe
(Yazar)