top of page
Image-empty-state.png

Kıyametin Tutkusu

Hilal
Şahin
(UI Designer)

Ahmed Faruk Arslan.jpg

Hilal Şahin
27/09/2020

“Narsist misiniz?” sorusunu çok duymuşumdur. Kafamda bu soruya verdiğim cevap belli; “hayır” değilim. Fakat günlerdir belki aylardır içimde yaşattığım o dengesiz ve emici bir güce sahip ruh halinin sebebini araştırırken bu soru yine peşime takıldı. Bu gün okuduğum bir kitap satırında kendimin narsist olduğunu keşfettim diye bilirim.

Lars von Trier’in “Melancholia” filmini bir kaç sene önce izlediğimde haftalarca etkisinden çıkamamıştım. Günlerce izlediğim şeyin beni neden bu kadar sarstığını düşündüm. Depresif karakterimiz Justine içimdeki bir mekanizmada yer ediyor havası taşıyordu. İlk başta karakterin umursamazlığı ve bir bakıma kendi mutsuzluğunun peşine düşme merakanı benimsediğimi düşünüyordum fakat bunun bir sonu yoktu. Filmin içerisinde içinde sakladığı tüm başarı, erotizm ve depresyonu feda edeceği bir nokta arıyor gibiydi. Teslim olamama duygusu ben de de çok ağır basıyor zaman zaman. Bunu genelde karşımdaki insana bağlıyorum ama şu an düşününce bunun karşımızda ki kişiyle olan ilgisi bizim karşımızdakini ne derece kendimiden başka bir benlik olarak algılayabildiğimiz ile ilgili. Kendi benliğimin sömürdüğü hatta zaman zaman içselleştirdiği, aynılaştırma canavarlığını yeniden keşfetmedim fakat buna bir anlam verebilmeye başladım. Filmde ki karakterimiz kıyametin üzerinde yarattığı tutku ile bir çok öznel arzularından sıyrılıyor. Bu kurtulma eğilimi onun bireysel benlik hapishanesinden kurtulmasına yok açıyor. Diğer insanları algılayabilen ve bir noktada onlara dokunabilen biri haline geliyor. Burada benim için önemli olan şey sona olan tutkunun var olan tüm başlangıçlardan daha heyecan ve özlem içermesi. Bazen hiç başlamayan bir şeyin direk sonunu arzuluyor olabilir miyim? sorusunu sordurdu bana. Sırf bu yüzden bir işi normal bir bireyden(!) çok daha hızlı yapma eğilimindeyim.

“Son” aşina olduğumuz şekli ile toplumda hep mutsuzluk, hüzün yahut burukluk olarak anılabiliyor. Yapay duygu sağanağı olan “yeşil çam” furyasının ülkeye kazandırdığı “mutlu son” kavramını bir köşeye bırakıyorum burada. Çünkü ardından zaman insanlara “mutlu son sadece filmlerde olur” cümlesini kurdurabilmiştir. Benim için burada önemli olan şey o sonun ne derece kabul edilebilir bir hissi olduğu. Mesela bir sınava girdiğimizde sınavın sonunun gelmesi heyecanlı bir duygudur. Ve sınavdan yüksek bir başarı alacağınız hissi, (soruları rahatça çözerek) aldıysanız o sınavın hemen bitmesi sizin için bir endişe arz etmez tam tersi mutluluk verir. Öte yandan bakıldığında bitkisel hayatta olan sevdiğiniz birinin verdiği son nefesleri duyduğunuzda o makinanın fişinin bir gün çekileceğini bildiğiniz halde gelmesini hiç istemediğiniz bir sonu kucaklarsınız. Bu ayrıştırmacı hatta yer yer etiketleyici dil insanları kesinlikle ve kesinlikle depresyona sokan şey. Sonların tutku verici şeyler olmaması insanı içinde bulunduğu “ben” kavramında daha fazla tutma eğiliminde oluyor. Bu öyle bir şey ki siz kötü ve rahatsız hissetmemek adına comfort zone olan kendiniz gibi hissetmek duygusundan çıkamıyorusunuz. Başka dediğimiz kimlikler sizinle iletişim kurduğunda yahut bir şekilde aynı evreni paylaşmak durumunda kaldığınızda emici bir güce dönüşüyor konfor alanınız. Karşınızda bir başka yok, karşınızda sizin eleştirel bakamadığınız ve farkındalığınızı ortaya koyamadığınız bir başkalık evreni var. Bu bakımdan bir çok orman dolaşan fakat sadece ağaç gören bir düz kimliksiniz, çünkü amacınız sizin ormanınıza girmeye çalışan her türlü oluşumu birer ağaca çevirme çabası taşıyor. Bu bakımdan depresyondan çıkmanız mümkün olamaz. Çünkü bakıldığında depresyonun ana maddesi kendi içinizden çıkılabilecek başka bir iç tehlikesini yok edişinizdir. İnsanın içinin boşaltılması bu anlamda çok önemli.

Seneler önce bir yazımda kendimi eleştirirken “acılardan beslenen bir canavar” demiştim. Bakıldığında çok depresif bir cümle olasada doğruluk payı bir hayli yüksekti. Acılardan besleniyordum, başkalarının acılarını kendi acımmış yansımasıyla sömürebiliyor ve zaman zaman kendime ait bir dünyanın içinde bunun bedelini ödetiyordum. Bana kalırsa narssistlik kesinlikle budur. Kendinden başka hiçbir acı tanımına yer vermemek. Başkanın acısını fark edememek ve yersiz bir kibir sahiplenmesi. Bu insanda kendini acıma duygusunun önüne set koyma eylemi çabası. Başkayı tanımak ve onun acısını onaylamak ona bir kimlik vermek oluyor. Narsist kimlikler “başka” kavramını sindiren kendini sevmek yerine kendini bir bakıma köleye çeviren ruhlardır. Bu öyle yorucu ve sorgulayıcı bir ritüel ki kişi “kendi” olmaktan yorulup “başka” tanımı olmadığından düzenli bir devinim ile kendi içine sıkışıp kalıyor. Aşk bu ritüelin kafasını tıpkı ünlü tabloda ki gibi kesecek güçte geliyor. O noktada kişi kendi içinde türetebildiği tüm saf dürtü, his ve arzulardan kopmak zorunda kalıyor. Adeta bir benlik matrix evreninden çıkış diyebiliriz.

“Başarı depresyonu” terimini çok sevdim duyduğumda, beraberinde “mükemmeliyetçilik” arzusunu getiren bu gebe depresyon oldukça sık yakalandığım bir durum. Bunun sebebini de yukarıda bahsettiğim narsisizm tetikliyor diyebiliriz. Bir başkasını kendi başarımızın yansıması olan kendimizi onaylayan bir başka bize dönüştürdüğümüzden, zannediyoruz ki o bir başkası olarak bizi onaylıyor. Fakat durum sadece çok kuvvetli bir illuzyondan ibaret. Trier’in Justine yaşattığı duyguda filmde yer yer bundan ibaretti. Kadının iş hayatında ki başarısı film boyunca konu edilebilen ve üzerine konuşula bilen bir şeyken, kendisinde bunun bir yeri olmadığını anladığımız tek seferde istifa ettiği sahnenin, “ben” olma bencilliğinden sıyrıldığı ana gelmesi tesadüf olamaz. Bu noktada “başkalarının onayını alma” cümlesi kocaman bir dağ gibi yıkılıyor önümde ilk defa. Başkalarının onayı değil, ben de bulunan başka dönüştürülmüş benlerin onayını alma çabası içerisinde kendimle çekişiyor ve mutlak olan tatminsizliğe giriyorum. Parola sevgidir sözcüğünün işe yaramadığı bir tatminsizlik ki zira pozitiflik beraberinde bir sömürü şiddeti, negatiflik ise yanıltıcı bir tokata dönüyor. Çevremin içinde bulunduğu yapay mutluluk çabaları beni kendi içime daha çok gömen ve üzerime kat kat yün yorganlar örten bir geceye dönüşüyor.

Kıyamet büyük bir korku ama aynı zamanda farkında olmadan beni başkalarına karşı tanımadığım bir tutkuya dönüştürebilen bir tılsım. Aşk bir sona, bir ana ve bazen de bir bedele yüklenebilir. Her ne olursa olsun kişi bunu kucaklamayı, bunu arzulamayı beceremiyorsa kendinin evrenine sıkışmış basit bir ruhtan ibarettir.

Hilal
Şahin
(UI Designer)

bottom of page