
Sanatsal Üretimi Açıklamak: Bir düşünüş imkanı olarak "kendilik-dünyası"
Yusuf Manav
11/01/2021
“Sanat, en inkılâpçı şeklinde bile her şeyden evvel an’anedir. Sanat bir ustalık ve çıraklık zinciridir. Çırak ustasını yenebilir, günün birinde inkâr edebilir. Fakat bütün maharetleri oradan almıştır.”
Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuşmalar,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s. 89.
“Sanatsal üretim” meselesi, zımni olarak “insanın dünyayla, dolayısıyla da tarih ve gelenekle, ilişkisi” sorununu içinde barındırır. Sanatkar, bir insan-özne olarak içinde ve bağlı bulunduğu gelenekle ve toplumsal yapıyla kopmaz bir “etkilenme” ilişkisi içindedir. Ancak, sanatın doğasını tekmil biçimde tarihselliğe bağlamak, bir birey olarak sanatkarın öznelliğini yadsımak olacaktır; bu bakımdan, eğer sanat yalnızca geleneğin bir taklidi olarak üretilebiliyorsa sanat tarihine yön veren “inkılapçı” dönüşüm ve kırılmaları açıklamanın imkanı ortadan kalkmaktadır. Bu sebepten ötürü ortaya konan birey-dünya ilişkisinin mahiyetini kavramak, aynı zamanda sanatsal üretimin doğasını kavramak olacaktır. Ortaya konan sorunu çözmek adına Ülken’in verilen alıntısı birey-dünya ilişkisi sorunu üzerinden açımlanarak eleştirilecek ve bu yolla sanatın doğası, kurgulanacak ve meşruiyeti kanıtlanacak “kendilik-dünyası” (the world of self) kavramı ile kavranılmaya çalışılacaktır. Öncelikli olarak sanatın tarihsel ve geleneksel boyutu bilinçaltı nosyonundan hareketle ortaya konulacak, ardından sanatkarın bir özne olarak konumu tartışmaya açılacaktır.
“Sanat, her şeyden evvel an’anedir.” Ülken’in belirttiği üzere, sanat, gelenekle olan ilişkisinden ötürü tarihseldir; sanat, her daim usta-çırak ilişkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu tarihsel boyutu kavramak için önce sanatı “insan-öznenin” yarattığı ve mümkün kıldığı bir gerçeklik biçimi olarak anlamlandırmak gerekir. Bu tanım gereğince sanat, insandan bağımsız olarak var olamaz; temelinde insan bulunmakta ve varlığını/yeniden üretimini insan mümkün kılmaktadır. Bu noktada, soyut ve metafizik yanılgılara düşmemek adına insanın tümel bir kategori olmaktan çıkarılarak somut düzlemde “birey” olarak yeniden kurulması ve tanımlanması gerekmektedir. Sanatı yaratan ve yeniden üreten bütünsel bir soyutlamaya işaret eden “insanlık” değil, ancak tekil bireyler olarak sanatkarlardır. Bu noktada, Deleuze’ün belirttiği üzere, felsefe yapmanın bir ön koşulu olması açısından tekil olay ve oluşları tüm yönleriyle ortaya koymak için yeni bir kavram yaratmak zorunluluğu vardır. Tek tek bireyler olarak sanatkarların genelde dünyayla, deneme özelinde ise sanatla kurduğu ilişkiyi açıklamak için “kendilik-dünyası” (the world of self) kavramı öne sürülebilir. Bu kavram, epistemoloji alanında Kant’ın ortaya koyduğu sentezle biçimsel ve yöntemsel bir ilişki içindedir; Kantçı sentez nasıl a priori ve a posteriori bilgi biçimlerini bir senteze bağlayarak epistemolojiye yeni bir açılım getirdiyse bu kavram da bireyi ve dünyayı yeniden konumlandırmayı teklif ederek bir senteze ulaşmaya çalışacaktır. Kavramı açıklamak gerekirse, insan “dünyada bulunan varlık” (Dasein) olarak sınırlıdır; bu sınırlılık, çeşitli biçimlerde kendisini gösterir. İnsan, tekil bir birey olarak, zorunlu biçimde mekansal ve zamansal bir uzam içerisinde var olur. Aşkın bir varlık olmamasından ötürü “varlık”la tam bir ilişki içinde asla olamaz; varlığı ve gerçekliği tüm yönleriyle kavraması ve onunla bütüncül bir bağ kurması uzamsal kısıtlanmışlığının bir sonucu olarak imkansızdır. Dolayısıyla insan-özne, varlıkla ilişkisini “belirli” bir noktadan hareketle kurabilir. Bu “belirli konum”, insan-öznenin içinde bulunduğu “kendilik-dünyası”dır ve bireysel olarak tanımlanan bu dünya, hem dışsal hem de içsel (öznel) unsurları içinde barındırır. İnsan varlıkla ve dünyayla dolayımsız bir ilişki kuramamasından ötürüdür ki doğrudan salt dünyada var olamaz; o ancak içinde bulunduğu dünyanın onu toplumsal ve kültürel olarak belirlemesinin bir sonucu olarak oluşan “kendilik-dünyasında” var olabilir. “Kendilik-dünyası”nın tarihsel ve toplumsal boyutu, sanat üzerinden de gösterileceği gibi, zorunludur. Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın işaret ettiği üzere birey, imgesel düzenden simgesel düzene geçişinde “kendisinden ayrı” bir gerçekliğin ayırdına varır; simgesel düzen, onu aynı zamanda dilin dünyasına dahil eder ki dil, Lacan için, bilinçaltını şekillendiren asli unsurdur. Dikkat çekilmesi gerekir ki bilinçaltı verili değildir, aksine dilsel yapılarda olduğu gibi bilinçaltı da bir inşadır. Birey, dil üzerinden toplumsal düzenleme ve biçimlerle karşılaşarak kendinden ayrı bir varlığa sahip dışsal unsurları içselleştirir ve bilinçaltının bir parçası haline getirir. Bu dışsal gerçeklik aile; metafizik ve siyasal olarak ayrılan katmanlarda içselleştirilir. Simgesel düzende içselleştirilen inançlar ve komutlar, bireyi içinde bulunduğu toplumun tarihsel olarak biçimlenmiş paradigmasıyla ilişkili kılar. “Kendilik-dünyası”nın tarihsel boyutunun oluşumu bilinçaltının tarihsel biçimlenişine bağlıdır.
Bu yönüyle işaret edilmesi gereken bir nokta vardır ki Heidegger’in Dasein yahut Husserl’in yaşama-dünyası kavramları, düşünce geleneğinde bir devrime yol açmalarına karşın sınırlı kalmışlardır. Bu iki kavramın tarihi ve sanatı kapsayacak biçimde insani üretimi ve yaratımı açıklama potansiyelleri ihmal edilmiştir. Her iki kavram da insanın tarihsel varoluşuna ilişkin açıklamalar getiriyor olsa dahi insanın bireysel konumlanışını ve öznelliğini açıklamaktan yoksundur. “Kendilik-dünyası” kavramı, insanın tarihsel konumunu ve gelenekle olan ilişkisini açıklamakta, ancak bununla sınırlı kalmayarak bireyin öznelliğini de kendilik-dünyasını oluşturan bir katman olarak göz önünde bulundurmaktadır. Bireyin içinde var olduğu kendilik-dünyası, tarihsel boyutunun yanı sıra bireysel yeti temelinde şekillenen öznellik boyutunu da içinde taşımaktadır. Buna göre, birey, içinde bulunduğu toplumun inanışlarıyla ve pratikleriyle karşılaşmasına rağmen kendi öznel varoluşunda temellenen bir boyuta sahiptir; bu öznel boyut, bireysel yeti ve yeteneklerin yanı sıra bireyi “diğerinden” ve “toplumdan” ayıran nitelikleri tanımlar. Bu kavramsal çerçeve ekseninde, birey olarak sanatkarlar, onlara özgü kendilik-dünyalarında var olurlar.
Sanatın “kendilik dünyalarında var olan bireyler olarak sanatkarlar” tarafından yaratıldığı açıklandıktan ve bireyin tarihsel ve öznel varoluşunu açıklayan bir kavram olarak “kendilik-dünyası” ortaya konulduktan sonra sanatsal üretimin doğası aydınlatılabilir. Ülken’in işaret ettiği sanatın zorunlu tarihsellik boyutu, insanın bilinçaltına sahip bir varlık olmasından yola çıkılarak anlaşılabilir. Bilinçaltı yalnızca psikanalitik süreci anlamlandırmak noktasında işlevsel bir kavrayış olarak anlaşılmamalıdır; aksine, bir “Kopernik Devrimi” olarak nitelendirilebilecek biçimde “bilinçaltının” Freud tarafından keşfi, insana ilişkin süreçlerin genelinde bir açıklama imkanını içinde barındırmaktadır. Amerikalı eleştirmen Harold Bloom, Etkilenme Endişesi adlı eserinde sanatkarın kendinden önce yaratılan eserlerden etkilenmesini “Edebi etkilenmenin en büyük doğrusu bunun direnilemeyen bir endişe olmasıdır.” diyerek ortaya koymaktadır. Sanatsal etkilenmenin “direnilememesi” bilinçaltının varlığından kaynaklanmaktadır. Somut düzlemde açıklamak gerekirse, sanatkar dünyaya “alımlayıcı” bir birey olarak gelir; sanatsal üretim evresine dek karşılaştığı sanatsal üretim biçimlerini kendisiyle özdeşleştirerek bilinçaltına atmaktadır. Dolayısıyla sanatsal bir yaratımda bulunduğunda gerek formel gerekse içeriksel olarak eseri üzerinde sanatkarın “sanatsal art alanı” etkili olacaktır. “Sanatsal art alanı” bu bakımdan sanatkarın yaratım evresine dek bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde karşılaştığı, “kendinden önce” yaratılmış eserlerin bilinçaltında ettiği yeri tanımlar. Örnek vermek gerekirse, Avrupa tini için kurucu role sahip İlyada ve Odysseia metinleri Homeros tarafından kaleme alındıktan ve Batı edebiyat kanonuna dahil olduktan sonra Avrupa geleneği içinde yetişen herhangi bir sanatkarın bu metinlerden bağımsız olarak bir ürün ortaya koymaları mümkün değildir. Keza Bloom’un Batı Kanonu’nda kanonun mimarı olarak tespit ettiği Shakespeare’in etkisi bu bakımdan oldukça kuvvetli olmuştur; Bloom’a göre Shakespeare sonrası çağ, cevap vermek suretiyle Shakespeare’e bir bağlılık ilişkisi içinde ilerler. Bu “bağlılık” yalnızca olumlu olmak zorunda değildir; sanatsal üretim yapısı gereği “öncekinin eleştirisi”ne dayanır. Eleştiri bu bakımdan yalnızca eksikleri tespit eden bir yorumlama biçimi olarak anlaşılmamalıdır; aksine, eleştiriden kasıt gelenekte ortaya konmuş olandan hareketle “yeni” olanı inşa etmektir. Bu bakımdan eleştiri yoluyla ortaya konan yeni eser, öncekini inkar ediyor olsa dahi öncekine, yani gelenekte yer edinmiş olana bağlıdır. Zira, inkar edimi, öncelikle inkar nesnesini ontolojik tamlığı olan bir “şey” olarak tanımlamayı öngerektirir. Bu bakış açısından bakıldığında, “ustasını yense, hatta (üzerindeki etkisini) inkar etse dahi” çırağın niçin ustasına bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Sanatsal üretimin doğası yalnızca tarihsel ve geleneksel düzlemde açıklandığında girift bir problem ortaya çıkmaktadır; Sanat, tarihsel boyutu gereği gelenekle doğrudan bir ilişki içindeyse ve gelenekten etkilenilmeksizin sanatsal üretim gerçekleşemeyecekse sanat tarihinin seyrini yapısal olarak değiştiren “özgün” ve “inkılapçı” kırılmalar nasıl anlamlandırılabilir? Başka bir deyişle, sanat geleneğin zorunlu takipçisiyse özgül ve öznel değişimler nasıl ortaya çıkabilir? Bu noktada Ülken’in tezi eleştirilerek daha kapsayıcı bir zeminde yeniden kurulmalıdır. Yukarıda açıklandığı üzere, sanatkarlar tekil bireyler olarak tarihsel ve öznel düzlemde oluşan kendilik-dünyaları içinde var olmaktadırlar. Bu varoluş biçiminin bir gereği olarak sanatsal üretim bir boyutuyla tarihsel ve toplumsal etkilenimler yoluyla ortaya çıkar, ancak bu noktada tarihsel etkinin öznelliği “yuttuğu”, yahut özneyi kendi ontolojik varlığına yabancılaştırıldığı düşünülmemelidir. T. S. Eliot’ın Bireysel Yeti ve Gelenek adlı makalesinde belirttiği gibi, sanat, bireysel yetiye sahip öznelerin gelenekle “aktif” etkileşimi sonucu yaratılabilmektedir. Sanatkar, gelenek karşısında edilgen bir konumda bulunmaz, gelenekten zorunlu olarak etkilense de onu değiştirerek, yaratıcı biçimde eleştirerek sanatı yaratır. Eliot’ın ifadesiyle gelenek salt tevarüs edilemez, kendisini üretim yoluyla diri tutacak öznelere ihtiyaç duyar. Sanatkar bu bakımdan, bilinçaltında ve sanatsal art alanında yer edinen zihinsel içerikleri bilince aktarır ve onları oldukları biçimiyle değil, yeni bir form kazandırarak yeniden ortaya koyar. Dikkat edileceği üzere, bir süreklilik olarak gelenek, sanatkarın öznelliğinin yaratıcı edimi yoluyla var olabilmektedir; aksi takdirde sanat, önceden ortaya konanın taklidinden ibaret olduğu için tarihsel süreç içinde kendini devindiremez ve lineer bir biçimde var olmaya mahkum olur.
Sonuç olarak, sanatsal üretimin doğası, “kendilik-dünyası” kavramının işaret ettiği nesnel ve öznel varoluşların biraradalığı üzerinden ele alınmalıdır. Sanat, tekil bireyler olarak kendilik-dünyalarında var olan sanatkarların yarattığı bir “şey”dir; insan-özneden bağımsız olarak anlamlandırılamaz. İnsan-öznenin sanatsal üretimin kurucusu olarak ortaya çıkması, sanatın tarihsel boyutunu var etmektedir. Sanatkar bir birey olarak içine doğduğu dünyadan zorunlu olarak etkilenir ve yaratım sürecine dek karşılaştığı sanatsal biçimler, sanatkarın bilinçaltında “sanatsal art alanını” meydana getirir. Ülken’in işaret ettiği üzere sanatın “an’anevi” olması bu etkilenimden dolayıdır. Ancak, sanatın yalnızca tarihsel olarak kavranılması, sanatı, bireyin öznelliğinden ayırarak lineer bir çizgiye hapseder ve sanat tarihini mümkün kılan kırılmaları açıklayamaz. Bu bakımdan bu denemede, kendilik-dünyasını oluşturan öznel katman öne çıkarılarak sanatkarın gelenekle kurduğu “aktif” ilişki biçimi ortaya konmuştur. Sanat, sanatkar öznenin gelenekten aldığı zihinsel içerikleri eleştiri yoluyla yeniden üretmesi sonucunda mümkün olmaktadır.
Yusuf
Manav
(Yazar)