top of page
Image-empty-state.png

Thessalia’dan Theleme Tekkesi’ne Kadın Meselesi

Fatih Alibaz
Dursun
(Yazar)

Ahmed Faruk Arslan.jpg

Fatih Alibaz Dursun
21/01/2021

Belki de edebiyatın doğuşundan beri özelde üdebayı, genelde bütün sanatkârları ciddi manada meşgul eden, çekici oduğu kadar alengirli, hem zehirleyen, hem de büyüleyen bir mefhum, bir muamma: Kadın. O daima; uğruna şiirler yazılan, savaşlar verilen, gözyaşı dökülen, ağıtlar yakılandır. Bunun yanında; çoğu zaman asıl fail olmamakla birlikte kötülük yayıcı, felakete sürükleyici, tehlikeli bir varlıktır. Hakikaten de, evvela Yunan idrakinde kadının ta hilkatinden başlayarak böyle bir işlevi olduğu kabul edilir. Hikâye malum: Yunan tanrılarının en kudretlisi Zeus, yahut Roma’daki ismiyle Jüpiter, Pandora’yı, Epimetheus’a gelin olarak gönderir. Böylece ilk kadın yeryüzüne inmiştir. Bittabi, Pandora Zeus’un “açma” dediği kutuyu açacak ve içindeki bütün kötü hasletler, musibetler -riya, tamahkârlık, iftira gibi- insanlar arasında yayılacaktır. Dikkatimi ciddi şekilde celbeden bir biçimde İslam akidesi de benzer bir anlayışı vaz eder. Farzı misal hazreti peygamberin Miraç hadisesi anlatılırken “Cehennem ehlinin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.” Dediği rivayet edilir. Aynı şekilde kadının fitneye teşne, zayıf yaratılışlı, nefsanî yönü ağır basan bir varlık olarak tasvir edildiğini söylemek yanlış olmaz. Yazımızda bahsedilecek olan üç kitabın yazıldığı dönemler birbirinden epey farklı olmasına karşın bu çeşit bir kadın anlayışını sürdürdükleri söylenebilir. Öte yandan, bütün bu menfî tasvirlere rağmen kadın; “anne” ve “aile kurumunun temel iki yapıtaşından biri” olmaklığı vechesinden tarihin her döneminde önem arz eder. Bu yazıda; yukarıda zikrettiğimiz tartışamalar ışığında Başkalaşımlar, Canterbury Hikâyeleri ve Gargantua isimli metinlerdeki kadın-erkek ilişkileri incelenecektir.

Kronolojk sıraya dizildiğinde Apuleius’un Başkalaşımlar’ını en öne koymak gerekiyor. Her şeyden evvel, Başkalaşımlar yahut Altın Eşek’i Rabelais’in Gargantua’sından ve Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nden tefrik eden çok temel bir nokta vardır: Hıristiyanlık. Belki de bu sebeple, daha canlı ve erkeklerle daha yoğun ilişkilerde olan kadınlardan söz edilebilir. Anlatımı taşıyan leitmotiv olarak büyü ve cadılık mefhumlarının seçilmesini de aynı sebebe bağlamak mümkündür. Hikâyeden kısaca bahsetmek lazım gelirse; Meroe, aşıklarına yaptığı kara büyülerle nam salmış bir kadındır. Ana kahraman Lucius, onun aşıklarına ne tür belalarla tasallut ettiğini önce dinler, sonra onun gazabına çok yakından şahit olur, ancak bir şekilde canını kurtarmayı başarır ve yoluna devam eder. Sonra yine bir şekilde yolu kadınlarla kesişir: Cimri Milo’nun evinde misafir olarak kalmaya başlayınca, önce evin hizmetkârlığını yapan genç ve güzel Photis ile aşk maceraları yaşar, ardından da Milo’nun karısı olan büyücü Pamphile’nin büyülerinin gizemini öğrenmeye çalışırken işler yolunda gitmez ve Lucius, yolunun geri kalanına eşek olarak devam etmek mecburiyetinde kalır.

Yazımı kadın-erkek ilişkileri çerçevesinde ele aldığımdan, hikâyenin ana mesajına ve anlatım biçimlerine tafsilatlıca girmeyeceğim. Bu meyanda, hikâyede fazla merakı yüzünden başına belalar açan bir adamdan bahsedildiği göz önünde bulundurulursa, kahramanımız Lucius’un bu belaya dûçar olmasının müsebbipleri olarak yine kadınlar gösterilebilir. Elbette Lucius hikayedeki diğer birçok erkek gibi -misal Sokrates- bir şeylere icbar edilmemiş, bütünüyle kendi nefsine uymasının cezasını çekmiştir, ancak yine de hikâyede sürekli olarak tabiri caizse efsunlu-alengirli işlerle uğraşan kadınların cazibesine kurban gitmiştir. Aslında hikâyede genel manada bütün kahramanlar fazlasıyla nefsanî davranmaktalar. Ancak erkek kahramanların daha sathî, kolay kandırılabilir, aymaz ve edilgen oldukları söylenebilir. Öyle ki, Lucius’un Photis ile olan ilişkisinde bile, kadın kahramanı yasak bir aşk sergüzeştine davet eden ilk nazarda erkek tarafı gibi dursa da, Lucius’u tahrik eden ve yatağına alarak “ona bu zevki bahşeden” yine bizzat kadının kendisidir. Aynı şekilde onu uzak durması için uyaran da, eşeğe dönüştüren de bir kadındır. Yukarıdaki paragrafta ismini zikrettiğimiz Meroe de aynı şekilde hemen herkese dilediğince hükmeden bir kadındır. Denilebilir ki, zahirde bir erkeğe tâbî gibi duran kadınlar, -misal kocasına, kadıya, sahibine- aslında hâkim konumdadırlar.

Chaucer’in metnine gelince, yukarıda da zikrettiğimiz gibi onun hikâyelerinde artık Hristiyanlık devrededir, üniversite kurumu devrededir ve büyücülük/kadın otoritesi gibi konular iyiden iyiye kaybolmuştur. Apuleius’un yoğun/capcanlı ve etkin bir konumlandırmayla kullandığı kadın kahramanlar yerini daha sönük kahramanlara bırakmıştır Örneğin metnin özünü oluşturan hikâyelerin anlatıcılarından yalnız bir tanesi kadındır. Kitabın yazılış tarihlerine denk gelen Ortaçağ Avrupası’na bakılırsa, kadının erkeğe nazaran sosyal hayatta hiçbir otorite, güç ve saygınlık sahibi olmadığı görülür. Aynı şekilde Hristiyanlığın kutsal kitabı İncil de kadınların idare altında (subjection/subordinate) tutulmalarının iktiza ettiğini açıkça dile getirir. Bunlar ile zina suçunun sert biçimde yasaklanmış olması, evlilik ve aile kurumunun ta’zim edilmesi gibi düşünceler, kitaptaki kadın figürünün sosyal hayatta sönük, ancak aile içinde ve genel olarak menfî şekilde varolmasına sebep olmuştur. Bunun örneği, çağın sosyal hayatını hakiki biçimde tasvir eden “Değirmenci’nin Hikâyesi”nde görülür. Marangoz John, karısını sürekli olarak tarassut altında tutup bir lahza nefes aldırmamasına karşın yine de kadın bir yolunu bulup aşığıyla işbirliği eder ve kocasının mahvına sebep olur. Her ne kadar burada sorumlu olarak Marangozun karısı Alison’a gayri meşru ilişki teklif eden Nicholas da gösterilebilir olsa da, bir tarafta “ailesini ve kendi namusunun kirlenmesinde bir beis görmeyen ve dahi bilfiil buna yardım eden bir kadın”, diğer tarafta ise “aylak, ipe sapa gelmez bir öğrenci” olduğu düşünülünce, suçlamanın Alison’a yönlendirilmesi kaçınılmazdır. Netice olarak yine bir kadın, güzelliğiyle önce mutlu ettiği erkeğine yine güzelliğiyle zulmetmiştir.

Yazının konusu olan üç eserden günümüze en yakın olanı, Gargantua’ya gelince; kadın hususu bu eserde de ilk planda değildir. Gargantua’nın doğumu ve çocukluğunun anlatıldığı ilk kısımlarda kadınlar yalnızca saraydaki halayıklar ve kraliçeden ibarettir. Bunun dışında Rabelais, kadınların doğum yapmaları ve gebelik döneminde cinsel birleşmeyle ilgili -oldukça mübalağa yaparak- müstehzî bilgiler verir; ancak kadın-erkek ilişkilerine dair pek fazla ipucu vermez. Zamanın kadın idrakine dair belki en net bilgiyi Gargantua Paris’e gittikten sonra alırız: “Kadınları ve çocukları saymazsak, iki yüz altmış bin dört yüz on sekiz kişi boğuldu.“ (Rabelais, s.72) Görüldüğü üzere, kadınların canı ehemmiyetsiz addedilerek istatistik tutmaya dahi değer bulunmamıştır. Sonrasında bir kez daha aynısını tekrar eder “Kadınları ve çocukları saymıyoruz (...)” fakat sonra ekler: “(...) adet değildir. (Rabelais, s.105) Burada, -bu cümlenin tam da sonradan hikayenin esas kahramanına dönüşen Rahip Jean’ın manastırı savunmak için atıldığı sahnede zikredilmesini de göze alacak olursak- kitap boyunca sürdürdüğü üslupla tenasüp içinde, bir şekilde bu geleneği de hicvetmek için yazdığı anlaşılıyor. Zira Gargantua’nın kitabın sonunda önerdiği Theleme isimli “Dünya cenneti” tekkede insanlar özgürce kadın-erkek bir arada yaşamaktadırlar. Rabelais’in hassaten son kısımda kadınlara yönelik çağın çok ilerisinde kabul edilebilecek düşünceler önerdiği söylenebilir, ancak yine de “Güzel ve iyi olmayan kadın ne işe yarar?” cümlesiyle bir kadının ancak erkeğin gözüne hitap ettiği nispette değerli olabileceğini düşündüğünü belirtmiştir. Yine de bu eserin hümanist bir eser olduğu söylenebilir, netice olarak Rabelais’in cenneti Theleme’de mutlak bir erkek sultası vurgulanmaksızın iki cinsin ayrılmaz birliği esas alınmıştır.

Gargantua biraz dışarıda bırakıldığı takdirde, ilk iki eserdeki kadın-erkek ilişkileri Hegel’in köle-efendi diyalektiğine benzetilebilir. Zira iki hikâyede de erkek egemen toplum vurgusu oldukça nettir; ancak anlatı derinleştikçe erkeklerin aslında hayatlarını sürdürmek için kadına ne kadar muhtaç oldukları anlaşılır. Şu halde erkekler, kadınlar karşısında esas madunlardır. Gargantua’da ise ezilen, deyim yerindeyse “can”dan bile sayılmayan kadınların “insan” oluşları zaviyesinden bir değer taşıdıkları vurgusu yapılmıştır. Son olarak, dönemin sanat eserlerinin şu veya bu şekilde sosyal hayata ayna tuttuklarını söylemek mümkündür. Ancak yine de bu metinlerin bugünden yıllar evvel kaleme alınmış birer edebî eser oldukları göz önünde bulundurulduğunda, yorumların bütünüyle eksiklik, subjektiflik ve anakronizmden vareste yapılmasının hemen hemen imkânsız olduğunu belirtmem gerekiyor.

1. Buhari, Hayz 6, Zekat 44, Iman 21, Kusuf 9, Nikah 88; Muslim, Kusuf 17, (907), Iman 132, (79); Nesai, Kusuf 17, (3, 147); Muvatta, Kusuf 2, (1, 187)
2. Erhan ERSOY, “Cinsiyet Kültürü İçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:19, Sayı: 2, Elazığ, 2009, s.216
3. Corinthians, 14:34

Fatih Alibaz
Dursun
(Yazar)

bottom of page