Halit Ayarcı ile Starbucks’ta*
Keramettin Topkara
7 Mart 2021 13:50:56
“Ne garipti, hepimiz Halit Ayarcının elinde bir kukla gibiydik. O bizi istediği noktaya getiriyor ve orada bırakıyordu. Ve biz o zaman sanki evvelden rolümüzü ezberlemiş gibi oynuyorduk.”
“Hatırlıyor musun dostum o kahvehaneyi?”
“Nasıl hatırlamam” diye sesimi yükselttikten sonra sanki kitap okur gibi konuşmaya başladım “Kahveye her cins ve meşrepten insan geliyordu. Zengin mirasyedi, müflis veya tutunmuş tüccar, şöhretsiz şair, gazeteci ressam, yüksek memur, satranç ve dama ustaları, eski pehlivanlar, bir iki Darülfünun hocası bir yığın talebe, aktörler, musikişinaslar, hülasa her meslekten adam… Herkes bir defa rast geldiğiyle ikinci gün senlibenli olurdu. Hiç kimsenin öbüründen saklı bir sırrı yoktu. Kirli veya temiz bütün çamaşırlar ortada idi. Herkes onları istediği gibi evirip çevirir, koklar, münasip bulduğunu etrafına ehemmiyetle gösterirdi. Her fazilet, her biçarelik, hatta reziletler bile burada aynı soğukkanlılıkla, hatta icap ederse bir çeşit şefkatle muhakeme ve kabul edilirdi. … Bu kahvede neler konuşulmazdı? Tarih, Bergson felsefesi, Aristo mantığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispirtizma, alelâde dedikodu, çıplak hikâye, korkunç veya meraklı macera, günlük siyasi hadise, birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünü yarıda bırakarak, çok yönlü, beraberinde her rast geldiğini taşıyan bir bahar seli gibi kabarık bu konuşmada beyhude ve şaşırtıcı, akar giderdi. … Hepsi çok uzun bir uykudan, bir çeşit ölümden sonra hatırlanır gibi bu kahveye gelirdi.”
“Ohoo azizim, bu dil ve insanlar hatta mekânlar eskide kaldı. Artık yeni cümleler söylemeliyiz hatta yeni dekorasyonla uyumlu, kendi konseptindeki bu mimariye benzer yeni cümleler… Kuş cıvıltısını andırır, küçük küçük, kesik kesik, tamamlanmamış…”
“Nasıl olur, insan bir yığın fikirle dolup taştıktan sonra üç beş cümlecikle nasıl iktifa etsin?”
“Asıl mesele de bu ya aziz dostum! İçteki gürültüyü bir saatin tik taklarına sığdırabilmek.”
Gürültü ve saat tik takları ile birden zamanda geriye gittim. Anlattığım kahve ile şimdi içinde bulunduğumuz kahvenin gürültüsünü kafamda birleştirdim. İki gürültü arasındaki benzerlik ve farklılıkları düşündüm. Değişen neydi? Tam kestiremedim. Halit Bey’e – her şeyi değiştiren bu enteresan adama- başvurmalıyım yine:
“İnsanın içindeki ve dışındaki gürültü hiç mi değişmez?”
“Değişmek… Değişmeyen ne var ki dostum? Yunan filozofu yüzyıllar öncesinden söylemişti bunu: İki kez yıkanamazsın bir ırmakta. Bana öyle geliyor ki ‘değişerek devam etmek, devam ederek değişmek’ gerekir.”
Nedense bugün bir yığın hatırlayış içindeyim: Hani birlikte gezdiğimiz o eski bir mahalle… Mümtaz ve Nuran’ın Hekimoğlu Ali Paşa’nın konağının çevresinde dinledikleri türkü var ya…
“Siz bir keresinde bana şöyle söylemiştiniz: ‘Her şey değişebilir hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir.’
“Nasıl hatırlamam o mahalleyi ve türküyü? Bizi biz yapan şeyler büyük kütlenin içinde bir yer altı suyu gibi akmaya devam eder, etmeli de… Fakat yüzeyde hayat da devam ediyor ve değişiyor. Bunu gözden uzak tutamazsın aziz dostum.”
Biz değişimden söz ederken kuyruk kısalmış, sıra bize gelmişti. Kolunda garip boyalar, çizimler olan yeşil önlüklü genç kız, elinde karton bir bardak ve kalemle “Merhaba” dedi. Bu merhabaya eşlik eden karton bardak, kalem ve kahve kokusu garip bir birleşim oluşturmuştu. Karton… Sanki zihnim kartonlaştı. Etraftaki herkes, her şey kartonlaştı. Kartonpiyer duvarlar, kartondan binalar, kartonumsu ilişkiler… Kahveyi de kartonda içecektik. Çağına ve muhitine ne kadar uyumlu bir kelime! Göz ucuyla Halit Bey’e –ben ağabey demeyi tercih etsem de- baktım. Minicik karton fincanda espressosunu almıştı bile. Oturacak yer için de sıra bekleyecek miyiz diye düşünürken iki gencin ayağa kalktığını gördük. Halit Ayarcı koşarak o masaya yöneldi ve hızlanarak gençlerden boşalan sandalyeye oturdu.
“Vallahi Halit Bey, çok hızlısınız.”
“Değişim hızlı olmalı aziz dostum. Zamanın ruhu bunu gerektiriyor. Bak etrafına… Her şey nasıl hızlı. Sürekli değişen şu gençliğe bak. Bilhassa bu dükkâna bak. Az önce önümüzdeki genç adam o rahat şivesiyle nasıl hızlı istedi: ‘Grande caffe latte, laktozsuz sütlü, iki damla karamel şurubu ekleyin lütfen’. Sanki ağzından söz değil nefes çıktı. Kahvenin etrafında bir yığın sinema yaratmışlar. Niçin? Çünkü bu adamlar da zamanın ruhunu yakalamışlar. Hani bizim enstitümüz de bir zamanlar bir sürü insanı oyalamış, meşgul etmiş, takdir toplamıştı. Çünkü biz de zamanın ruhunu yakalamıştık. Zaman sevgili dostum zaman… Şimdi güzel olan, rağbet gören, popüler olan bu. ‘Toplumda kalabalık neyi kabul ederse güzel olan odur.’”
Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra devam etti:
“Bizim asrımız, bürokrasi asrıydı. Bir sürü kırtasiye ve bir yığın gereksiz insan birtakım işlere koşuluyordu. Hâlbuki bu asır, proje asrıdır; sağlam, iyi hesaplanmış detaylı bir proje ile başarısız olmak âdeta imkânsızdır. Şu farkla ki bu asırda zaman ne bizim Mübarek’in ağır aksak yürüyüşünde ne de Hayri Bey’in dükkânda sesleriyle mest olduğu ayarsız saatlerin hızında ilerliyor. Zaman koşuyor sevgili dostum koşuyor, belki bir süre sonra uçacak.”
Sözü değiştirmek istercesine mırıldandım:
“Efendim, bilir misiniz kahveyi Viyanalara kadar götüren cetlerimizmiş. Yazık ki birçok güzel şey gibi onu da yabancılara…”
Sözüm yarım kaldı:
“Aziz dostum, bırakın cetlerimizi, geçmişimizi, Viyana’yı… Sizin bu mazi marazınız… Hayatın daha doğrusu hakikatin içine girin, fokuslanın. Bakın şu mağazaya! Ne görüyorsunuz?”
“Kahve içip konuşan insanlar.”
“Hayal görüyorsunuz. Kahve içip konuşmak denemez buna, günümüzde artık kahve de konuşma da – laf diyelim buna- tüketiliyor. Tüketmek, yalnız tüketmek… Aklına gelen ne varsa söz, kitap, kültür, ideoloji, din, tarih, bilim, felsefe… Her şey ama her şey tüketim şemsiyesi altında birleşiyor. Bu içinde bulunduğumuz mabette de tüketim tanrısına ibadet ediliyor. Biz de şu an tükenen tanrının kullarıyız. Sürekli tüketmeliyiz. Geniş manasıyla tüketmek… Kendimiz ve kendimizi…”
“Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra idealistsiniz. Realiteyi görmüyorsunuz… Hülâsa eski adamsınız. Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey değişirdi.”
“Peki üstat, saatin, zamanın tüketilmesi veya tükenmesi… Tükenen zaman mıdır, biz miyiz? Geçip giden mi diye sorsam?!”
“Bırak şimdi felsefeyi! Kahvenin, keyfin tükenirkenkini lezzetini alalım. Zamanı başka zaman tüketiriz.”
Nedense bu söz üzerine Ahmet Rasim Bey ile Halit Ayarcı arasında bir köprü kurdum:
“İç bâde güzel sev ne derlerse desinler
Meyhânede yat evde ne yerse yesinler”
Sanki düşüncelerimi okudu ve ekledi:
“İç bâde güzel sev var ise akl u şu’ûrun
Dünyâ var imiş yâ ki yoğ imiş ne umûrun”
“Değişiyorsunuz Hayri Bey, değişiyorsunuz… Asıl memnun olacağınız şey bu… Yeni hayat, yeni insan… Tekrar doğmayacağınıza göre bundan başka çareniz yoktur…”
(*) 60. yaşın kutlu olsun Halit Ayarcı.