top of page

Yüzyılın En Dumanlı Davası

Sude Çapoğlu

10 Nisan 2022 11:23:14

Tozlanmış, paslanmış ve camı isli saatin uzun kolu on ikiyi gösterirken kısa kolu ise sekize işaret ediyordu. Güneş, ufuk çizgisinde bir ateş gibi parlıyor, yaşanacak olayların ulaklığını yapıyordu. Bütün görkemiyle parlayan güneşe rağmen yılların getirdiği yorgunluğu sırtında taşıyan yağmur bulutlarıysa ateşi söndürmeye hazır bir sel gibi suyla dolup taşıyorlardı. Ateşle suyun süregelen çatışmasına rağmen oluşturdukları harmoni, dünyanın durumunu yansıtıyordu: Ateş zamanla suya üstün gelmeyi öğrenmiş, su ise galibiyetin hazzını peyderpey ve naifçe ateşe bırakmayı öğrenmişti. Punduna getiren ateş, dalgalar hâlinde tüm dünyaya yayılıyordu. Bütün dünyada herkesin uzlaştığı bir gerçek varsa o da yaşlı, yorgun ve bitkin dünyanın sonunun geldiğiydi. İşte bugün, bu mekânda kurulan olağanüstü mahkemenin dava konusu da tam olarak buydu.

Bu mahkeme, dünyanın oluşumundan beri kurulan hiçbir mahkemeye benzemiyordu çünkü bu seferkini 5-13 yaş aralığındaki çeşitli ülkelere, ırklara ve dinlere mensup yirmi kadar çocuk organize etmişti. Aralarında yaptıkları iş bölümü, mahkeme gününe kadar sır gibi saklanmıştı. Bu mahkemeyi kurmak için kimden yetki almışlardı, hangi hakla dünya üzerindeki bu en güçlü üç insanı yargılayacaklardı; ona kimse akıl sır erdirememişti ama ne olursa olsun o büyük gün gelmişti ve yüzyılın davası başlamak üzereydi.

İzleyiciler günün ilk ışıklarıyla birlikte yerlerini almışlardı. Basının da davaya olan ilgisi yoğundu. Hatta, davayı izlemek isteyen bütün basın mensupları salona sığmayınca bir kısım, davayı binanın dışında kurulan dev ekranlardan izlemek zorunda kalmıştı. Mahkemede görevli personel ve savcının yerini almasından sonra davalı üç insan beklenmeye başlandı. Savcı, yirmi çocuğun arasında en büyük olanıydı ama o bile cüppesinin içerisinde çok küçük görünüyordu. Acaba bu dava gerçekten görülebilecek miydi ve küçük çocuklar dünyadaki en güçlü, daha önce yargılanmaya cüret edilememiş bu üç kişiyi suçlarından sorumlu tutabilecek miydi? Davalıları beklerken bu ve bunun gibi birçok soru havada uçuşuyor, mahkemenin havasını her geçen dakika daha da ağır kılıyordu.

Birçoklarına sonsuz gibi gelen bir bekleyişten sonra kapı açıldı ve içeriye birbirinin ardına dizilmiş üç heybetli adam girdi. En öndeki sarışın fakat saçlarının bir kısmına kır düşmüş olan, mavi gözlü, gözaltı torbaları belirgin ve iri yarı bir adamdı. Yerine geçerken savcıya baktı ve donuk yüzünde alaycı bir bakış belirdi. Takım elbisesinin yakasına yerleştirilmiş olan kel kartal rozeti parladı. Oturması gereken yerde de bir kel kartal biblosu vardı. Arkasından salona giren adam ise bir öndekinin aksine kısa boylu, çelimsiz, asabi tavırlı, kısık gözlü ve soğuk bakışlıydı. Yerine oturmadan belli belirsiz bir omuz silkme hareketiyle olayı pek de ciddiye almadığını ilan etti. Üzerinde ayı simgesi olan bir rozet vardı ve oturması gereken yeri sinyal eden bir ayı biblosu onu oturacağı sandalyede bekliyordu. Salona en son giren adam ise orta boylu, çekik gözlü ve ifadesiz bir yüze sahipti. Hızlı, umursamaz ve bir o kadar da temkinli adımlarla yerine geçerken bu tavrıyla çelişen bir şekilde özenli ve şık giyinmiş olduğu görülüyordu. Kendinden öncekiler gibi taktığı rozetle uyumlu olan bir ejderha biblosu oturacağı yere ihtimamla konuşlandırılmıştı.

Mübaşir kürsünün kenarına gelerek:
“Herkes ayağa kalksın, yüce mahkeme heyeti geliyor.” diye seslendiğinde havada uçuşan sorular giderek dağılıyor fakat aksine nabızlar hızlanıyor ve salondaki gerilim artıyordu. Kürsünün ardındaki kapı açıldı ama kapıdan içeri giren heyeti kimse göremedi, boyları o kadar kısaydı ki kürsünün arkasında kaybolmuşlardı. Yerlerine oturabilmeleri için mahkeme görevlileri onlara yardımcı oldu. Ancak bu şekilde kendileri için yükseltilerek hazırlanmış koltuklara oturabildiler ve salondakiler kendilerini görebildi. Mahkeme heyetinde hakimler, yirmi çocuğun en küçük üçlüsünden oluşuyordu. O kadar küçüktüler ki cüppeleri üzerlerinde tüm masayı kaplayıp yerlere uzanan birer masa örtüsü gibi duruyordu. Davalı üç adam mahkeme heyetini görünce iyice laçkalaşmıştı. Birinci olarak giren adam, bir mahkeme heyetine bir de savcıya baktı ve dönüp yanındaki diğer iki adama bu iş bitti dercesine göz kırptı.

Mahkeme heyetinin başkanı elindeki tokmağı kürsüye vurarak sesi yettiğince bağırdı:
“Sessizlik! Sayın savcı, iddianameyi okuyun lütfen.”

Savcı ayağa kalkarak iddianameyi okumaya başladı. Salonda davalılar dışında herkes pür dikkat savcıyı dinliyordu. Savcı okumayı bitirdiğinde mahkeme heyeti başkanı davalılara dönerek olanca ağırbaşlılığıyla sordu:
“Bunlar çok ciddi iddialar. Sizler dünyanın sonunu getirmekle suçlanıyorsunuz ve tüm dünya çocukları adına geleceğimizi bizden çaldığınız için yargılanıyorsunuz ama görüyorum ki bu durumu pek de umursamıyorsunuz. Kendinizi nasıl savunacaksanız?”

Üçüncü adam ayağa kalktı, ilk kez konuşuyordu ve sesi kısık çıkıyordu:
“Biz bu iddiaları tabii ki kabul etmiyoruz ama bundan daha önemlisi bu mahkemenin dayanaksız olduğunu öne sürerek biz sizi suçluyoruz.”
Diğer iki adam birbirlerine bakıp güldüler, her geçen dakika daha da küstahlaşıyorlardı.

Mahkeme heyeti başkanı tokmağını bir kez daha kürsüye vurdu:
“Sessizlik! Beyefendi, dünya tarihinin en büyük liderinin parmak basmış olduğu gibi mahkemelerin dayanağı adalet, eşitlik ve özgürlüktür. Biz, meşruiyet kaynağımızı bu üç erdemden alıyoruz. Adalet de eşitlik de özgürlük de mülkün temelidir. Bizim görevimiz kanun, hak ve hukuku egemen kılmak ve adaleti süratle, isabetle ve emniyetle dağıtmaktır. Hak her zaman kuvvettin üzerindedir. Suçlarını saptırmaya çalışan şahsiyetler bu prensipler bağlamında yargılanacaklardır. Adalet kuvveti bağımsız olmayan mahkemelerin varlıkları söz konusu değildir. Dünyanın varlığı bu mahkemeye dayanmaktadır ve siz bugün bu mahkeme heyetinin huzurunda iddia edilen suçlarınızdan dolayı yargılanmaktasınız.”

Tüm izleyiciler, bu sözler üzerine nefeslerini tutmuştu. Üç davalı dışında herkes heves ve ümitle mahkeme kararını bekliyordu. Üç adam ise sözleşmişçesine omuzlarını silkip sırıtmaya devam ediyordu.

Mahkeme başkanı hiç ara vermeden:
“O zaman karar vermek için mahkeme heyetini içeri davet ediyorum. Döndüğümüzde kararımızı açıklayacağız. Mahkemeye ara verilmiştir.” dedi. Mahkeme heyeti içeri gidince salondaki sessizlik daha da derinleşti. Ne içeride ne de dışarıda davayı izleyenler böyle bir gelişme beklemiyorlardı. Herkes kendini uzun sürecek bir davaya; çekişmeli atışma, savunma ve tartışmalara hazırlamışken bu durum süregelen sistemin dönen çarklarına başkaldırıyordu. Ancak sessizlik uzun sürmedi, mahkeme heyeti tekrar kürsüde yerini almıştı.

Mahkeme başkanı davalılara dönerek:
“Mahkeme heyeti yaptığı toplantı sonucu oy birliğiyle üçünüzü de suçlu bulmuştur. Her ne kadar yol açtığınız zararların ve tüm insanlığa karşı işlediğiniz suçların karşılanabilecek bir cezası bulunmasa da her birinizi görevlilerin şimdi sizlere vereceği el aynalarında kendinize on dakika boyunca bakma cezasına çarptırıyoruz.”
Salonda tekrardan derin bir sessizlik oldu. Kimse cezadan bir şey anlamamıştı. Nasıl bir cezaydı bu?

Sessizliği bozan üç davalının kahkahaları oldu. O ana kadar hiç konuşmamış olan ikinci adam:
“Sizin verdiğiniz ceza bizim için ödüldür. Her ne kadar hakkımızdaki suçlamaları kabul etmesek de aynada kendimize bakmak bizim için bir zevk ve şereftir. Bu sebepten ötürü atfettiğiniz cezayı bir hediye olarak değerlendiriyor ve el aynalarında kendimize bakmayı zevkle kabul ediyoruz.”

Diğer iki adam hâlâ gülmeye devam ediyorlardı. Hatta kendilerine verilen aynalara bakmaya başlayana kadar bu durum sürdü.
Hem salonda hem de salon dışında herkes olanı biteni şaşkınlık içinde izlerken birden olayların seyri değişiverdi. Ellerindeki aynalara kahkahalar atarak bakan üç adamın önce gülme sesleri kesildi, sonra bağırmaya ve acı içinde kıvranmaya başladılar. Üçü de kendini yere atmış, ellerindeki aynalardan kurtulmaya çalışıyorlardı. Ancak, aynaları ne ellerinden bırakabiliyorlar ne de gözlerini aynalardan ayırabiliyorlardı. Bir süre sonra üç adamın kıvrandıkları yerden bir duman çıkmaya başladı ve bu duman tüm salonu kapladı. Artık göz gözü görmüyor, kimse olan biteni takip edemiyordu. Sonunda dumanlar dağıldığında yerde sadece üç adamdan kalan giysiler vardı ve oturdukları yerdeki biblolar da parçalara ayrılıp ortalığa saçılmışlardı.

Peki, her şey bitmiş miydi? Sistemin çarkları sökülmüş müydü ve dünya kurtarılmış mıydı? Yoksa yargılanması gereken başka kişiler de var mıydı? Bu soruların hepsinin tek cevabı; çocuklar, gençler ve onların parlamayı beklenen potansiyelinde saklıydı ve parlayıncaya kadar orada kalacaktı.

bottom of page