Zor Mu Bu Kadar?
Orhan Gazi Gökçe
9 Nisan 2022 09:37:05
Bıktım, dedi saçları birbirine dolaşmış, gözlüğü burnundan kurtulmak üzere olan kadın ve devam etti: “Ne desem beni duymuyor, ne yapsam beni görmüyorsun? Benim senin hayatında hiçbir karşılığım yok, sanki bir kara deliğin içine çekilmiş gibiyim. Tutunacak bir yer bulamıyorum kendime, anlıyor musun?”
Adam, kızıldan beyaza dönmeye başlayan sakallarında parmaklarını gezdiriyor, oturduğu iskemlede bir bacağını karnına çekmiş çoktandır alıştığı bu sitem yüklü cümleleri duymamaya çalışıyordu. Çayından bir yudum, sigarasından derin bir nefes çekip öfkelenmekten yorgun düşen bedenini daha da güçsüz bırakmak istiyor, diline gelen sözleri yutkunarak geldikleri yere geri gönderiyordu. Kelimelerle kalbinin kirini atmak, içindeki öfkeyi kusmak mümkündü ancak onun buna mecali yoktu. Konuşmaktan yorulmayan insanlar çoktu ancak konuşmaktan, konuştuğunda anlaşılmamaktan yorulanlar daha çoktu.
Odada ikisinden başka kimse yoktu. İkisinden başka herkes oradaydı ya da. Birbirlerine ulaşabilecek tüm yolları öfkeden dinamitlerle ortadan kaldırmışlardı çoktan. İkisinin de kalbi kırık, duyguları buruktu. Tamir edilmekten yorulmuş saatlerdeki gibi bezgin ve donuk akıyordu zaman onlar için.
Tüm kötü sonların güzel başlangıçları olmak zorunda değildi. Her şey başlangıçta yolundaydı da sonradan bozulacak değildi. Ama geldiğimiz yer tam olarak burasıydı. Kelimeler boğazlarda takılı kalıyor, anlamını daha ağızdan çıkmadan yitiriyor, aynı yastığa senelerce baş koymak anlaşmak anlamına gelmiyordu. Aynı çatı altında yaşamak, yalnızlığın üstünü örtmüyordu.
Yoruldum, dedi gözyaşlarıyla ıslattığı gözlüğünü parmaklarıyla temizleyip yerine takan kadın. Ağlarken konuşmak, konuşurken ağlamak ona zor gelmiyordu. Söndürülmeden bir başkasını yakan sigara gibiydi adamın kulaklarında çınlayan bu sesler. İstiyordu ki konuşacaksa ağlamadan konuşsun; ağlayacaksa da konuşmadan ağlasın. Ağlayarak konuşanlar diyordu içinden muhatabını önemsemeyen kendini dayatan ve sadece kabul görmek isteyenlerdir. Sözcükleri sele vererek karşısındakinin bu boz bulanık selden kelimeleri toplamasını, onlardan anlamlı şeyler çıkarmasını bekleyenler ona göre kötü insanlardı. Ne vardı bu kadar salya sümük ağlamaya? Kabaracak bir merhamet damarı kalmamıştı.
Gözyaşı kalpte çıkan yangını söndürür o sebeple insanın canı yanınca dökülmeye başlar diye öğrenmişti Su kasidesinden. Fuzulî’nin ilk beyitte (Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su\ Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çare su) gözüne seslenerek dur, saçma gönlümdeki ateşlere su; bu denli tutuşmuş olan ateşe su çare kılmaz, seslenişini hatırladı. Karşısındaki kadının gözlerinden akanlar, kalpteki yangını söndürmeye niyetlenmiş gözyaşları değildi, biliyordu. Bilakis öfkesini besleyen muhteris damlalardı. Bunun böyle olduğunu ne ona, ne de size anlatabilirdi. Ama kendisi bundan emindi. Bu eminliğinden de içten içe memnundu. Hislerini kimseyle tartışacak değildi. Öyle hissediyorsa tam olarak öyleydi.
Kadının konuşmaktan sesi, ağlamaktan gözleri yorulmuştu. Bu yorgunluğunu da adama yüklemek istercesine, bezginliğin en çekilmez haliyle bakıyordu. Adamın çaresizliğini, kendine kayıtsızlığına yoruyordu. Onu daha fazla hırpalamanın başka bir yolunu bulmalıydı. Geçmişin sandığını karıştırabilir, adamın başarısızlıklarından dem vurabilir, başkalarının muhteşem hayatlarıyla şu sefaleti mukayese edebilirdi. Bunlardan sadece birini tercih etmedi. Hepsini birden kendine has bir maharetle adamın başına boca etti. Evliliklerinin ilk yıllarında ailesine karşı adamın patavatsız sayılabilecek cümlelerini aynıyla hatırlattı ilkin, ilk arabalarını alırken iş bilmezlik yüzünden uğradıkları zararı ve son darbe olarak arkadaşı Sırma’nın eşi Kemal’le bilmem kaçıncı yurt dışı gezisinde paylaştığı fotoğrafları bir çivi gibi çaktı adamın kafasına.
Umurumda değil, dedi adam. Eşofman üstünün fermuarını çekip dikildi karşısına kadının. Sus, dedi. Sus da iki dakika nefes alayım belki gözüme bir ışık gelir, belki yaşadığımın farkına varırım, belki penceremize bir kuş konar, belki birlikte bir film izler, bir şarkı dinleriz, belki bir hasta ziyaretine gideriz, belki kabristanda tanımadığımız kimselerin ruhuna bir Fatiha okuruz, belki üç beş günlüğüne bir tatil ayarlarız, belki bahçeli bir eve taşınıp domates biber; marul maydanoz yetiştirir, yaz akşamları çay koyar, çekirdek yeriz… Bunların hiçbiri olmayacaksa da sus lütfen, dedi.
Vestiyerden paltosunu aldı sırtına, açtı kapıyı, giydi ayakkabılarını, seslendi çekerken kapıyı: Zor mu bu kadar Allah aşkına?